‘‘İlim kesbiyle paye-i rifat, arzu-yı muhal imiş
Aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kıyl-u kal imiş’’

Bazı insanlar vardır yüzyıllar öncesinden söylemiş olduklarını hala büyük bir zevk ve şevkle duyar ve dinleriz. Dinledikçe daha da dinleyesimiz gelir. Söyledikleri şeyler zaman ve mekandan bağımsızdır, çağlar ötesidir çünkü.
Mevzubahis insanlara verilecek en güzel örneklerden biri – belki de- büyük şair Fuzuli’dir.

Tüm yazılı insanlık tarihini tarasak onun gibi bir ‘aşık’ı, bir gönül insanını bulamayız.

Aşk ve gönül insanı sıfatlarını kullanıyoruz ,çünkü; aşkı anlattığı harikulade gazelleriyle, ‘‘ Leyli vü Mecnun’’ mesnevisiyle, aşkı onun kudretinde; derinlemesine ve incelikle tarif ve tahlil eden bir başka şair daha yoktur desek, yeridir.

O Fuzuli ki;

‘‘Bende Mecnun’dan fuzun aşıklık istidadı var
Aşık-ı sadık menem,Mecnun’un ancak adı var’’

diyerek kalbindeki aşkın Mecnun’un Leyla’ya olan aşkından daha büyük olduğunu, Mecnun’un Leyla’yı bırakarak kendini çöllere attığını ve aşkını herkese aşikar ettiğini; kendisinin ise sevgilinin aşkını her daim kalbinde taşıdığını, kimseye sevgilisinin adını dahi anmadığını, bu sebeple de ‘sadık’ aşıkın ancak kendisi olabileceğini ve Mecnun’un, kendisinin yanında ancak sıradan bir aşık olduğunu;

‘‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülf-ü perişanındadır
Kande (nerde) olsan ey peri gönlüm senin yanındadır’’

diyerek, gönül kuşunun yuvasının sevgilinin dağınık saçlarında olduğunu ve nereye giderse gitsin o sevgilinin aşkını daima kalbinde taşıyacağını,

‘‘Aşk derdinden hoşem,el çek ilacımdan tabip,
Kılma bana derman ki, helakım zehri dermanındadır’’

diyerek te , sevgiliden ayrı kalmanın kendisini bir zehir misali yavaş yavaş öldürdüğünü, ancak o zehrin ‘kavuşma ümidi’ denen panzehiri de bünyesinde taşıdığını ve zehri içine akıttıkça yaşama azmi kazandığını, bu sebeple de aslında; kavuşma ihtimalini kavuşmanın kendisine tercih ettiğini, hatta kavuşmaktansa ölmeyi yeğleyebileceğini ifade edendir.
Ciltlerce kitap yazıp aşkın yüceliğini, kutsallığını tarif edin,Fuzuli’nin birkaç beyiti kadar bile anlatamazsınız aşkı.
O belki de hiçbir zaman maşukuna kavuşamamış bir ‘aşık-şair’dir. Bunu tarihi kayıtlardan tespit edemiyoruz, her ne kadar evlendiğini ve en az bir çocuğu olduğunu biliyor olsak ta; sevdiği kadınla mı yoksa o dönemin şartları gereği ve şeriat icabı kendisine uygun görülen kadınla mı evlendiğini bilemiyoruz.

Eşsiz güzellikteki gazellerini dolduran harikulade beyitleri ,bizi, maşukuna kavuşamamış olduğunu düşünmeye meyyal kılıyor.
Belki de, Fuzuli bize beşeri aşk vasıtasıyla ilahi aşka ulaşmanın yollarını göstermeye çalışıyordu. Leyla’dan geçerek Mevla’ya varmanın yollarını yani. Her ne kadar çağdaşı ve hemşehrisi Ahdi ; Fuzuli’nin hoş sohbet ve şuh tabiatlı birisi olduğunu belirtse de biz, anıt-eseri ‘Leyli vü Mecnun’ mesnevisinden ve diğer şaheseri ‘Su Kasidesi’ nden yola çıkarak Fuzuli’de Allah aşkının güçlü izlerinin bulunduğuna inanıyoruz.

Fuzuli belki de hiçbir amaç taşımayan ve sadece ve sadece ‘aşk’ olgusunun bizatihi kendisine aşık bir insandı.

Yine onun,

‘‘Ya Rab bela-yı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cuda beni’’

beyitleri bizatihi aşkın kendisine olan aşkını ne de güzel dile getiriyor.
Fuzuli, 15.yy.son dönemi ile 16.yy.ilk yarısı arasında yaşamış (ö.1556), Kerbela’da doğduğu ve Necef’te uzun yıllar Hz.Ali’nin ravzasında hizmetli olarak görev yaptığı, Kanuni’nin Bağdat’ı fethinden sonra da Osmanlı’nın yerel bürokratlarının himayesinde çeşitli görevler aldığı biliniyor.

Çocukluk ve gençliğinde iyi bir eğitim gördüğü, hatta birçok ilimde alimlik derecesinde kifayet sahibi olduğu, bu nedenle de ‘ilimler sahibi’ manasını taşıyan ve ‘fazl’ın (ilim) çoğulu olan Fuzuli mahlasını benimsediği rivayet ediliyor.
Mahlası ile ilgili bir rivayet te, ne kadar ilim sahibi olursa olsun bir alimin ilminin,bir ‘Hakk aşığının’ aşkı ve ledünni ilmi yanında ‘hiç’ ve ‘boş’ sayılacağı ve bu sebeple kendisinin –kanımca, biraz da mütevazılığını belirtmek amacıyla- ‘boş işlerle ulaşan’ manasına da gelen ‘Fuzuli’ mahlasını edindiği hususudur.

Fuzuli çok istemiş olsa da, kendi zamanının ,ilim kültür ve şiir hayatı bakımından çok zengin bir şehri olan İstanbul’da yaşama bahtiyarlığına kavuşamamış ve dönemin İstanbul’daki şiir çevrelerinden bir parça uzakta kalmış;bu sebeple de hak ettiği ilgiye ve şöhrete kendi döneminde mahzar olamamıştır.

Yalnız; Kanuni’nin Bağdat seferi sırasında orduda görevli olan ve kendi döneminin ‘sultan-ı şuarası’(en önemli şair,şairler sultanı) olan Hayali Bey ile ve bizatihi Kanuni Sultan Süleyman ile tanıştığına dair bilgiler de mevcuttur.
Belki de bu sayede de olsa bir parça İstanbul’un ‘zürefa’ çevrelerinde bilinirlik kazanmış ve şiirleri ‘meclis’lerde çok fazla olmasa da söylenir olmuştur.

Bugünden baktığımızda ,Fuzuli;keşke ömrünün bir bölümünü İstanbul’da geçirebilme ve şiir çevrelerinde kendi döneminde çok daha fazla bilinirlik kazanabilme imkanı bulabilseydi, diye hayıflanmamak mümkün değil.

Padişahlığı zamanında en fazla gururlandığı üç şeyden birisinin şair Baki’yi bulup ortaya çıkarması ve himaye etmesi olduğunu çok kereler dile getiren ve kendisi de divan sahibi ve gazelleriyle meşhur bir şair olan Kanuni, Fuzuli’yi hakkıyla tanımış, bilmiş olsa kim bilir nasıl himaye eder ve el üstünde tutardı ve dahi şair de o bahtiyarlığın tesiri ile kim bilir daha ne dahiyane şiirler,mesneviler,kasideler; hülasa divanlar meydana getirebilirdi. Ah keşke…

Aşık şairlerin en harikulade temsilcilerinden birisi olarak Fuzuli,

‘‘ Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı’’

demek suretiyle, sanırım kendi şahsında, aşıkların,şairlerin ve şiirin bugün gelmiş olduğu noktayı bize dört yüz elli yıl öncesinden haber veriyor.

Bugün belki bir çoğumuz popüler kültürün bize dayattığı meta-eserleri tüketmekte hiçbir beis görmüyoruz. Hangi kitabın reklamı ve pazarlaması daha iyi yapılıyorsa o kitabı alıp okuyoruz. Hangi film veya şarkı listelerde yükseklerdeyse o filmleri izliyor, o şarkıları dinliyoruz. Sadece biz Türkler değil,maalesef tüm dünya insanlığı şimdi bu vaziyette.
Bugün kaçımız Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i , Nef’i’yi, Nabi’yi, Şeyh Galib’i Yunus’u,Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı, Eşrefoğlu Rumi’yi ,hatta Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu hakkıyla biliyoruz? Belki istisnalar vardır ama benim cevabım hiçbirimiz,evet hiçbirimiz.

Ne acı değil mi? Tamam, popüler kültüre de aşina olalım ama bizi biz yapan değerlerimizi ve mayamızdaki hamuru da hakkıyla bilmek ecdadımıza karşı bizlerin boynunun borcudur.

İlim ve kültür hayatımızın, şiirimizin asırlar evvelki o altın çağlarına tekrar kavuşacağını ümit ederek konumuza dönelim ve bize kıymetine paha biçilemez bunca maddi ve manevi mirası hediye etmiş olan ecdadın ruhlarına birer Fatiha okunması temennisi ile, acizane, şahsımın Fuzuli için yazmış olduğu bir şiirle yazımızı bitirelim:

‘‘ Çık gel ey Fuzuli, yüzün göster,nerdesin
Bu alemi terk ettin, bir bilinmez yerdesin
Alemden sen göçeli şi’rimize perdesin
Nefesini ver bize, alem şiir söylesin

Gel gel ey Fuzuli, gamım bitmez nerdesin
Bizim neslimize sen erişilmez yerdesin
‘Leyli vü Mecnun’ dedin, bu vadide zirvesin
Niyaz eyle Mevla’ya, alem şiir söylesin.’’

Not: Büyük şair ve şiirleri hakkında daha derinlemesine bilgi sahibi olmak ve şiirlerinin zevkine varmak isteyenler için okuma önerileri:
-Fuzuli Divanı, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap Yay., trh.2005
-Şahane Gazeller 1 –Fuzuli, İskender Pala, Kapı Yay.,trh 2004
-Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İskender Pala,Kapı Yay.,trh.2014
-Divan Şiiri Antolojisi, Halil Erdoğan Cengiz, Bilgi Yay.,trh.1983
Saygılarımla,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir