Değerli arkadaşlarım, 10 yıllık bankacılık ve finans tecrübemizden kalemimize damlayanları bu satırlarda sizlerle paylaşmaya gayret edeceğiz.

Bankacılık dediğimizde aklımıza hemen takım elbiseli, kravatlı elinde çantalı beyler ve şık giyimli hanımlar geliyor değil mi? Hemen söyleyelim: Evet!

Bu ‘şıklık’ mevzuu belki de bankacılığın en güzel yanıdır diyebiliriz.
Peki dışarıdan bakıldığında imrenilen bankacıların veya genelde bankacılık mesleğinin hiç derdi yok mudur? Her şey dışarıdan görüldüğü gibi güllük gülistanlık mıdır?

El cevap: Tabii ki hayır!
En güzel, temiz, ütülü kıyafetlerini giyip saat 9’da masasının başına geçen bankacı arkadaşlarımızın derdi de işte tam bu noktada başlar.

Eğer Allah’ın şanslı kullarından değilse (ki olsaydı muhtemelen bankacı olmazdı), daha mesai başlamadan çalmaya başlayan telefonlarda bazen çözümü olmayan dertlerine çözüm arayan müşterilerle, yılın 365 günü hedef verip, hedeflerin tutup tutmadığını (tutmuyorsa neden tutmadığını) gün be gün takip eden ve hesap soran bir yönetimle (ki birçok bankacı arkadaşımız hedeflerin zaten tutturulmamak üzere verildiğini çok iyi bilir) ve hiç bitmeyen bir satış baskısı ile ve masalarının önünden hiç eksik olmayan müşterilerle muhatap olarak günlerini geçirirler. Bu listeyi daha da uzatmak, dertleri detaylandırmak tabi ki mümkün.

Üstelik gerçekleştirilmesi gereken günlük ziyaretler, geçmişten gelen ve yakın takip gerektiren işler de cabası…!
Mobbingden hiç söz açmayalım bile.

Kısacası, tam bir koşuşturmaca ve keşmekeş hali. Özellikle de lokasyon itibari ile hareketli bir bölgede ise durum daha da vahimleşir.

Dışarıdan bakıldığında saat 6’da bankacılıkta mesainin bittiği düşünülür hep ve bu da çoğu insan tarafından imrenilen bir durumdur; ama vaziyet hiç te öyle değildir.

Bir bankacının işi asıl saat 5’te ,günün yoğunluğu, telaşı azaldıktan, gün içinde çoğu kez hiç susmayan telefonlar sustuktan sonra başlar. Çünkü bankacı arkadaşlarım, asıl yoğunlaşmaları gereken işler için ancak bu saatlerde fırsat bulabilirler.

Ve tabii ki, bunun sonucu; çoğu kez akşam mesaiye kalmalar, eve geç gitmeler,-varsa- ailesine ve çocuğuna ve de kendine yeterli vakit ayıramamalar, zihin yorgunluğundan bitap düşmeler ve tabiri caizse ‘oturduğun yerde sızma’ durumları ve de ertesi gün ‘hadi bakalım baştan alalım’.

Eminim ki bankacılık mesleğini icra etmekte olan arkadaşlarımızın günleri aynen bu şekilde geçiyor ve yine eminim ki finans dünyasında çalışmakta olan bir çok beyaz yakalı arkadaşımız da bu satırların yansımalarını bire bir kendilerinde bulacaklardır.

Netice-i kelam: Hızlıca geçip giden, arkasından koşturduğumuz ve yakalayamadığımız yıllar, erken yaşlanma ve yıpranma, görece erken yaşlarda maruz kalınan sağlık sorunları…Kısacası, koskoca bir tatminsizlik ve mutsuzluk…
Tüm o yıllar boyunca baş döndüren bir tempoda çalıştıktan sonra bir de bakmışsınız ki, ne elde bir şey kalmış, ne de avuçta.

Ailenizin geleceğini garanti altına almak için değil de yaşadığınız anın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmışsınız.

Peki bu noktada sormak şunları gerekmiyor mu? Bu şekilde yaşamak özelde bankacı arkadaşlarımızın, genelde beyaz yakalı çalışanların kaderi mi? Bankacılık bu şekilde mi yapılmalı veya nasıl yapılmalı? Bu kaderi değiştirmek için bir şeyler yapılamaz mı?

Bunu da bir sonraki yazımızda irdeleyeceğiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir